Ta ta ta taaaaaammmm!!! Bugün size koluma takmış olduğum yeni bileziğimden bahsedeceğim. Ve bu bileziği almama imkan sağlayan sevgili Didem Zeybek' i anlatacağım. Zaten tanıyorsunuzdur, birçoğunuz. Lakin bir de benim gözümden görün istedim;)

Uzun zamandır yazmıyorsun nerelerdesin diye insanlara kocaman bir selam eder ve başlarım yazmaya.

Bu uzun zaman zarfında ne mi yaptım. Bol bol okudum sevgili okuyucu kendimi  okumaya verdim adeta. Durmadan her fırsatta okudum, deli gibi kitap bitirdim. Bunun yanı sıra da Zumba yaptım ve kendimi sağlıklı yaşamaya adadım :)


Ve bugün itibari ile de artık bir Zumba eğitmeniyim. Dırını rım nırım :)) İşte yepyeni bileziğim ve ben :)

İki gün boyunca eğitimdeyim. Eğitim ama ne eğitim, ömrümde böyle bi şey görmedim de yaşamadım da sevgili okuyucu.  “kızım sen zaten dans ediyorsun,  enerjiksin, korkma diyenler bi de şimdi görsünler halimi” gece nasıl sızdığımı hatırlamıyorum bile :)
Yeni yıl hedeflerimden biriydi zumba  eğitimeni olmak. Lakin param olmayınca azıcık ötelemeyi düşünmüştüm. Ta ki saçma sapan bi travma yaşayana kadar hayatımda. Bilirsiniz iz bırakır travmalar, şoklar. Deler geçer insanı kurşun gibi. Hele hele erken müdahale edemezsiniz şayet, tıpkı o filmlerdeki klişe replikler gibi “hastayı kaybedersiniz:)”

Ama ben kendimi kaybetmek istemediğim için tutunmayı seçtim sevgili okuyucu.
Bi kaç gün dibi görüp sürünmedim değil tabi, leş!! Sakın sakın! tavsiye etmem.  Depresyon mahallesinin uzağından bile geçmeyin :) Yapıştı mı zor bırakır yakanızı. İnsanın işi danışmanlık olunca, ee malumunuz psikolojiyle bu kadar haşır neşir olunca, haydi bakalım terzi dedim kendime dik bakalım söküğünü, hem de öyle bir dik ki, bi daha sökülmesin, hele aynı yerden hiç sökülmesin. Neyse uzun lafın kısası, ihanete uğradım canlar.

 doingggg!

Böyle göğsümün üzerine adeta bi öküz oturdu nefes alamadım günlerce. Biliyorsun sonuçta senin bir ayıbın, hatan değil ama yine de kolay olmuyormuş öyle atlatmak. Hem de öyle bi ihanetti ki, romantik komedi filmlerinde bile işlenemeyecek türden, trajikomik. Hani yapsalar filmine gitmezsin bu kadar da apır sapır senaryo mu olur diye. Televizyonda görsen kanalı değiştirirsin o kadar aptalca yani.

Didem hoca soruyo eğitimde “neden geldiniz buraya, sizi buraya sürükleyen ne oldu” diye. Konuşuyor tabi millet “zumbaaa aşkı hocaaaam”  diye.
Çıldırıyorlar, tapıyorlar adeta. Şimdi 55 kişinin içinde millet çıldırırken ben diyemiyorum ki, ‘ah hoca beni buraya ne sürükledi bi bilsen’ :)

Depresyon hırkası giymemek için çıktım geldim, neon renklerde, göz alıcı Zumba kıyafetleri giyerim belki diye:)


Şaka bi yana başta da söyledim ya, evet çok istiyordum, ama birtakım sebeplerle ötelemek zorunda kaldığım bi şeydi. Arkadaş çevremde sen bir spor olsan kesin zumba olurdun’ diye anılıyordum:) Bilmeyen yoktu zumba yapmayı sevdiğimi yani. Ama gel gör ki, hiç yalan söyleyemeyeceğim, yaşadığım şokun etkisiyle çok hızlı bir karar alıp yazılmıştım eğitime. Trafikte aniden u dönüş yapmak gibi bi şey.  Çünkü biliyordum, bedenimi yormam gerekiyordu bu süreçten kurtulmam için, düşünmemem gerekiyordu, sevdiğim şeylere tutunmam gerekiyordu. 
(şimdi adelelerim sağolsun, onların ağrısından başka bi şey düşünecek durumda değilim:)

Şimdi gelelim Didem Zeybek, sevgili Zumba hocama.

Fıkır fıkır, fokur fokur diye mi tarif etsem,
‘O ne enerji be hocam’ mı desem,

Hızlandırılmış video izliyorum da sanki farkında değil miydim mi desem:)  Ne desem bilemiyorum ki:)

Eğitim boyunca ‘Sen gerçek misin yahu’ diye sık sık iç sesime sebep olan kadın. İşine aşık bir kadın.

Güzeller güzeli ;) Yakından göreniniz var mı bilmiyorum ama sosyal medyada ne görüyorsanız öyle, no filter :) Gerçekten çok güzel. Böyle ağzını burnunu sevesin gelir :) Enerjisine olan hayranlığımı anlatmak içinse kelimeler kifayetsiz kalır.  

İki gün boyunca eğitimde kendisini izlemekten çoğu zaman ağzımı kapatmayı unuttum:) İşine, emeğine, enerjisine hayran oldum. 

Bu arada şimdi biri çıkıp da iki gün de eğitmen mi olunur falan diyecek olursa şayet, alnını milim milim karışlar, ağzının orta yerini çok fena severim :) Ağzınızı açmayın, hatta önümde saygı duruşuna bile geçebilirsiniz ki şayet,  ayakta duracak mecalim olursa :)) 








Fırtına öncesi değil sonrası bir sessizlik idi bu…

Sevmiyordum sanırım mutsuz zamanlarda, yazmayı. Belki de sonra dan okuyunca hatırlamak istemediğimdendir. Hep gülerek, gülümseterek okuyacağım, okutacağım yazılar olsun istiyordum belki de..

Geçiyordu işte... Akreple yelkovan kimseye aldırmadan görevini icra etmeye devam ediyordu.
Zamanla unutulmuyordu belki ama alışılıyordu işte.

Yıllar önce elinde Ace’ nin çamaşır suyu şişesiyle kapı kapı dolaşarak kadınlara yardım eden bi Ayşe teyzemiz vardı reklamlarda hatırlar mısınız?



“Lekelere düşman, çamaşıra dost”
diye sloganı vardı reklamın :)

Bütün önlemlere rağmen çıkmayan lekeleri temizlediğini söylüyordu Ayşe teyze :)




Keşke dedim, sadece çamaşırdaki lekeleri değil de, ruhları kirlenmiş, yalanla boyanmış insanları temizleyen bir icat da olsa:)

Ne dersin Ayşe teyze güzel olmaz mı? Bu işe de, bi el mi atsan acaba :)

Gelsen de önce şu beynimin içini sonra da o beynimin içine edenleri temizlesen mesela :)



Bi süredir beynim istilaya uğramış gibiydi adeta. 

Kendi kendime kerelerce konuşuyordum bık bık bık... Ama klavyenin başına geçince kitlenip kalıyordum adeta. Ki yazamamak da tıkalı burunla nefes almaya çalışmak gibiydi benim için. 
Hep eksik hissediyordum..
Bi şey yapmayı unutmuş gibi. Aklımda hep bişi var da ne olduğunu bilmiyormuşum gibi sanki.
Ya da sürekli kabızmış gibi.
Midem bulanıyo da bi kussam rahatlayacakmış gibi.

Ama işte bahane her g.tte vardır diyerekten yazmaya koyuldum :)
İnatla hırsla da devam ediyorum inanmaya.

Bence gel Ayşe teyze biz seninle yeni bir reklam filmi çekelim. Ama sloganımız şimdiden belli söyleyeyim. Bu dünyayı iyilik, güzellik kurtaracak!!!






Balon uçtu, elimde ipi kaldı. Boynum ağrıdı, gökyüzünde gidişini izlemekten, gözümün önündeki son hali olacaktı neticede, olmayacaktı bakmalara doyum ama yine de izliyordun işte.

Hem uçan balon sevmem ki ben.
Ben dalgalandırayım, oynayayım, koşturayım isterim, uçurtma misali…
Madem bilmiyorsun nasıl balon sevdiğimi o zaman sor değil mi almadan önce, hayır aldın madem, o zaman bağla bir yere ‘uçmasın de’ bana, hem elime verip iplerini hem söylemezsen uçacağını olur mu? Hem de hiç uçmayacakmış gibi davranırsan olur mu? Olmaz azizim olmaz.



Emek olmadan yemek olmaz
Emeklemeden koşmak olmaz
Her kurbağa öpülünce prens olmaz
Olsa da senin olmaz

Kahve çikolatasız olmaz
Sigara dumansız olmaz

Rüzgar kıpırdamayınca yaprak esmez
Su ise bulanmayınca durulmaz…


Olmazlara yanacağına sevgili okuyucu, oldurmaya çalışmak için yan bence.

Çünkü,
Umutsa yaşatan şayet, umutsuz olmaz ;)








Ben bi portakal olsam, soysan da başucuna koysan, ama bir yalan uydurmasan
Masallar anlatsan, gökten düşen elmaları değil de portakalları anlatsan mesela. İlle de bir şey uyduracaksan şayet, beni uyutmak için masallar uydursan…

'Bir varmış bir yokmuş' la değil de, 'bir varmış hep varmış' la başlasan…
"Yok" lar olmasa, olmazlar olmasa, hele hele mutsuz sonlar hiç olmasa.



Yarım hiç kalmasa, portakalın yarısını yersen diğer yarısı kalır mı? Kabuğunu soydun bi kere akıllım, çürür sonra, ağlar arkandan…

Farklı sonlar olsa, 
sadece onlar değil, herkes erse muradına.. Hep beraber çıksak kerevetine.


Rengarenk olsa dünya, en çok da turuncu olsa. Capcanlı olsa.
Baktıkça gözünü kamaştırsa,
Aykırı olsa özgürlüğün rengi, mavi değil de, turuncu olsa, olmaz mı?

Keşke diyorum, ah diyorum  bazen,

Benim görebildiğim gibi görebilseydi herkes, masallara inanabilseydi, hayaller kurmaya…
Hayal edip yaşamaya çalışabilseydi…

Küçücük portakalların ne kadar mutlu edebildiğini görselerdi,
Elindekinin kıymetini yitirmeden anlayabilseler, sevseler, hep sevseler, çok sevseler,


Olmazsa çay demleseler :) Ya da yoğurt yeseler :)





Minicik bedenimle kocaman dünyaya kafa tutmak istiyorum, bağırmak, haykırmak istiyorum adeta!
….
Filmlerde yaşanmıyordu yalnızca o sahneler, hayatın kendisi oluveriyordu. Biz de bir anda kah başrol kah yan rol kah figüran olup çıkıveriyorduk işte. Kimse sormuyordu bile bize hangi rolü oynamak istediğimizi…

Her şeyin bi zamanı olduğuna, yaşanmasına gerektiğine inanan ben, ısrarla, inatla yine inanmaya devam ediyordum.

Bütün kötülüklere inat, bıkmadan,usanmadan, çarnaçar konuşmaya, inanmaya devam edecektim ve haykırmaya.
Bu dünyayı iyilik kurtaracak diye.
Büyüdükçe kirlenen dünyaya inat üstelik…

Çünkü benim 'Çaremdi'  evet,  inanmak. Senin çaren ne biliyor musun, düşündün mü hiç?
Ya da sen, kendin, başlı başına çarenin ta kendisi olduğunu düşündün mü hiç?
Denedin mi?

Yapma azizim tırnak kaşınan yeri iyi bilirdi. Korkma kaşımaktan, yeterince acıtmadı mı? Yormadı mı, ağır gelmedi mi bu üzerini ısrarla, inatla kapatmaya çalıştığın yaran? Saklarsan görünmez mi zannettin, yoksa  görünmeyince sen de unuturum mu sandın ?  Kaşı, kaşıyabildiğin kadar, kanat hatta… kabuk bağlasın…

Yeterince kabuk bağlayamazsa saramazsa etrafını, o kabuğu da kaşıya kaşıya kanat ve kaldır.
Yeter ki temizlensin… Yerine yenisi gelsin…

Susma artık! Korktuğun o elalemi içinde büyütüp beslemekten de vazgeç artık!

Şimdi düşünüyorum da, yine klavyenin başında soluğu alan ellerimle…

En çok da böyle zamanlarda ihtiyaç duyuyordu gönül  belki de birine, başını omzuna yaslayabileceği, ellerini tutup yanında olduğunu hissedebileceği birine.
Konuşmak değildi mesele
Beraber susabilmekti belki de…
Uyuyabilmek, yanında ağlayabilmek, hiç bi şey düşünmeden…
Kendin olabilmek…




Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı